Giriş yap
Arama
En son konular
Istatistikler
Toplam 245 kayıtlı kullanıcımız varSon kaydolan kullanıcımız: akagan
Kullanıcılarımız toplam 549 mesaj attılar bunda 417 konu
Nasreddin Hocadan Güldüren Fıkralar.gÜLMEK GARANTİLİDİR
1 sayfadaki 1 sayfası
Nasreddin Hocadan Güldüren Fıkralar.gÜLMEK GARANTİLİDİR
İşte Fıkralar:
Körleri nehirden geçirmesi... Sakarya nehri midir, başka bir nehir mi? Yedi sekiz tane kör, nehrin derin olmayan bir yerinden geçmek için birisinin gelmesini bekliyorlarmış. Birbirlerine:
- "Bir gözü açık gelse de bizi geçirse..." diyorlarmış. O sırada birisinin cip! cip! diye ses çıkararak geldiğini duyunca, onu çağırıyorlar:
- "Kimsin sen?", "Ben Nasreddin Hocayım",
- "Gel de bizi geçitten geçir",
- "Parasız geçirmem, adam başına iki mangır",
- "Kabul!"
-"Gözü hiç görmiyen benim elimden tutsun, hafif ışık görenler en arkada olsun". Geçitten geçerken körler bağrışmaya başlıyorlar. Nasreddin Hoca soruyor
-"Ne oldu?"
- "Arkadaki iki kör suya gitti",
- "Ne bağırıyorsunuz dört mangır eksik verirsiniz".
Bizim de mânevî gözümüz açılmazsa, kıymetimiz iki mangır bile etmez. Ha geldik, ha gittik... Hattâ gelmedik ki gidelim...
Nasreddin Hocanın türbesinden bahsederler. Ne türbesiymiş? Ne kıymeti var türbenin? Hani Hz. Âdemin türbesi? Yârın büyük bir zelzele olsa, Hz. Muhammedin türbesi bile yıkılabilir, kaybolabilir.
Soru – Öteden beri Nasrettin Hocayı resimlerde merkebe ters bindirirler. Herhalde böyle bir şey olmuş ki öyle yapıyorlar. Nasrettin Hocanın bu pozu pek hoş bir şey değil ama, acaba bunda da bir hikmet var mıdır?
Emre – Vardır ya: “Merkep” binilecek şey demek değil mi? Bu vücut da bir merkep, bir binittir. Aklımız ve ahlâkımız bu merkebe binmiştir. Fakat gideceğimiz yeri bilmediğimiz için, aklımızın yönü mâziye dönüktür. Geçtiğimiz yerleri biliriz de gideceğimiz yeri bilemeyiz. Nasrettin Hoca, güldürerek bunu anlatmaya çalışıyor. İşte Nasrettin hoca, gibi bir “Kâmil” lazım ki aklımızı merkebe düz bindirsin ve ona gideceği yeri ve mürebbisini göstersin. Zaten dönmeyince mürebbisini göremez. Çünkü mürebbi, yol gösterici olduğu için daima öndedir. İşte “Dön Namazı” gibi sözlerle anlatmak istedikleri şey budur, yani aklın, eski bildiklerini terk edip ( Cemâlullah )a dönmesidir.
Dünya işlerinde de böyle değil mi? Mâzisiyle iftihar eden milletlere bak, mutlaka geri kalmışlardır. Amerika ne maziyle uğraşıyor, ne bir şey. Onun ilerlemekten, çalışmaktan vakti kalmıyor ki mâziye baksın. Arkaya bakan, mutlaka yolunu şaşırmıştır, gideceği yeri bulamıyor demektir.
Mavi Boncuk
Nasrettin Hoca’nın iki karısı varmış. Bir gün birini bir kenara çekip kendisine bie mavi boncuk vermiş:
- Al bunu sakla; sakın ortağına bir şey söyleme! Demiş. Bir başka zaman da ötekine aynı şeyi söylemiş.
Bir gün kadınlar, Nasrettin Hoca’nın hangisin daha çok sevdiği hususunda bahse ve münakaşaya girmişler. Anlaşamayınca, meseleyi Nasrettin Hoca’ya sormuşlar.
-Hangimizi daha çok seviyorsun?
Hoca her ikisini de mânâlı mânâlı bakarak:
-Mavi boncuk kimdeyse, onu
Demiş.
Emre’nin Tefsiri
Tasavvufta bir manevi ihtiyaçtan bahsederler. Bu, hakikât yoluna giren bir insanın, iradesini bir mürşide tam bir teslimiyetle terk etmesi demektir. Bu teslimiyetten sonra mürşit, onun can kulağına üfürmeğe, nefhetmeye başlar. Burada üfüren erkek, üfürülen dişidir. Bir kâmil aklımızın meryemine hakikât kelâmını nefhettikten sonra akıl meryemi gebe kalır ve zamanı gelince manevi İsa’yı doğurur.
Nasrettin Hoca, kendine manen bağlanan iki kişiye, zamanı gelince (Rabıta)yı öğretmiş. Fıkradaki (Mavi Boncuk) rabıtadır. Fakat onlar henüz çocukluk devresinde bulundukları için birbirleriyle münakaşa etmişler. Birbirlerinin yürüdükleri yollardan , manevi hallerinden de haberdar olmadıkları için münakaşayı mürşitlerine kadar götürmüşler. O da ikisini de memnun edecek bir cevapla meseleyi halletmiş.
Bu Kadar Tavuğa Bir Horoz Lazım
Akşehir çocukları, ceplerine birer yumurta alarak Nasrettin Hoca’yı da yakalayıp zorla hamama götürürler. Soyunurlar, yıkanırlar. Hoca göbek taşında yatarken, evvelden anlaştıktan üzere içlerinden biri derki:
-Çocuklar! Gelin bir oyun oynayalım. Oyunda kazanamayan hamamın parasını versin, olmaz mı?
-Nasıl bir oyun?
-Herkes bir yumurta yumurtlasın. Yumurtlamayan, herkesin hamam parasını versin. Nasıl?
Çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:
-Olur.
Nasrettin Hoca da kendileriyle beraber geldiği için ona sorarlar:
-Bu işe sen ne dersin hoca?
Konuşmanın başından beri onları dikkatle dinleyen Hoca, sesini çıkartmamış. Onun sükûtunu
İkrar telâkki eden çocuklar, birer birer gıdaklamaya başlarlar, peştamallarının arasına evvelce sakladıkları yumurtaları çıkarıp Hoca’ya gösterirler.
Bunun üzerine Hoca ayağa kalkar, ellerini, kollarını çırpıp sallayarak horoz gibi öter:
-Öörü’ööööö!
Çocuklar bu ummadıkları hareket karşısında şaşırdılar:
-Ne yapıyorsun efendi amca?
-Ne yapacağım oğlum bu kadar tavuğa elbette bir horoz lazım.
Emre’nin Tefsiri
İnsanlar ne kadar yaşlı olursa olsunlar (Hâkikat)e ve (Hâkikat)i bilene nazaran çocukdurlar. Akılları da çocuk aklıdır. Onun için daima oyundan ve oyuncaktan hoşlanırlar.
Çocuklar bile yapıyorlar. Hile yapan nefsine mağlup demektir. Nefsine mağlup olanlara bizim buralarda avrat derler ya. Nasrettin Hoca da, yumurtlayan çocuklara hâkikati öğretmek için öyle yapıyor: (Ben sizin gibi nefsime mağlup değilim, siz de böyle olun!) demek istiyor.
Sen Beğendin, Ben Doldurdum!
Nasrettin Hoca, merkebine binmiş, yolda giderken, Hoca’nın yuları bütün kuvvetiyle çekmesine rağmen merkep, yolda yürüdüğü merkep pisliklerini koklarmış. Nasrettin Hoca da;
- Zahir beğendi ki kokluyor.
Diye, merkebin kokladığı pislikleri torbasına doldururmuş.
Akşam, yem zamanı hayvanın başına tezeklerle dolu torbayı asmış. Hayvan, tezekleri yemeyip, başını torbadan çıkarmak istedikçe, Hoca: Şunu sormuş;
- Bütün gün kokladın, ya şimdi niye beğenmezsin? Sen Beğendin, Ben Doldurdum!
Emre’nin Tefsiri
Hoca, bu hareketiyle bize bir ibret dersi vermek istemiştir. Bu fıkradaki merkep, bizim hayvani arzulara mahkum nefsimizdir. Merkebin belli başlı tabiatı, inatlıktır. Kendisini, Tevhit yani kuruluş yolunda yürüten mürebbisinin bütün ihtarlarına rağmen inadından vazgeçmeyerek nefsani arzuların pisliklerini koklamaktan vazgeçmez. Bu böyle devam edip giderse, sahibi, ömrün akşamında, yani ölürken, onun başına elbette bu arzu tezekleriyle dolu torbayı takacaktır.
Bu garip Başım Bağdat’ı da mı Görecek?
Bir gün, birisi, Hoca’ya rica eder:
-Senin ifaden düzgündür; bize bir mektup yazıver.
-Mektup nereye gidecek?
-Bağdat’a.
-Bu garip başım Bağdat’ı da mı görecek?
-Neden Bağdat’a gitmen icap ediyor?
-Bunu bilmeyecek ne var? Bu benim yazımı ancak ben okuyabilirim!
Emre’nin Tefsiri
Hâkikat, kitaplardan okumak suretiyle anlaşılsaydı, murşide lüzum kalmazdı.
Bir ilkokul talebesi okumayı öğrenmiştir ama, lise kitaplarını okuyup anlayabilir mi? Öğrenmek için mutlaka hocaya ihtiyaç vardır.
Hoca, (Benim hâkikate dâir olan sözlerim kulaktan kulağa veya yazılı olarak Bağdat’a kadar gitse bile, kimse anlamaz. Ancak ben izah etmeliyim ki anlasınlar) demek istemiş.
İnsan, mürebbisinin karşısına geçecek, onun gözünden, sevgisinden gıda alacak ki istifade edebilsin. Söz veya yazı, ilmin fotoğrafıdır. İnsan fotoğrafı görmekle, fotoğrafın sahibini görmüş gibi olur mu?
Bir gün Nail efendilerde oturuyoruz. Kaçkaç’tan da yeni gelmiştik. Ben kerevette, efendinin arkasında oturuyorum. Her vakit beni arkasına oturturdu; kendisini meşgul mü ederdim neydi.
Güzel bir sohbet açmıştı. Yeni gelenler de vardı. Bir ara, Efendi bana döndü: (Ben bunlara desem ki Allah budur, “vay bu muymuş!” derler, kaçar, giderler. Biraz emek çekmeleri lazım) dedi. Bu sözleri bana, yanındaki adamın boynunun kütüğünden söylemişti. Efendi gittikten sonra, o yanındaki adam bana: (Efendi sana ne söyledi?) dedi. Anladım ki Efendinin söylediği sözleri kimse duymamış. Demek ki karşı karşıya gelmek bile kâfi değil: ille muhabbet zuhur etmeli ki onun sözlerini anlayabilmeli.
Oğlumun Babası Öldü de...
Bir gün Hoca, baştan başa siyahlar giyerek dışarı çıkmış, gezermiş. Hoca’nın halinde bir acayiplik olduğunu görenler sormuşlar:
-Hocam, niye böyle baştanbaşa karalar giymişsin?
Hoca, ciddiyetle cevap vermiş:
-Oğlumun babası öldü de onun yasını tutuyorum.
Emre’nin tefsiri
Hoca, insanların bir maddi birde manevi varlıkları olduğunu anlatmak istemiş. Kendisinin maddi varlığı oğlunun babası olan etten, kandan ibaret vücudu. Manevi varlığı ise, Allah’ta fani olmuş. Hoca (ölmeden evvel ölme) sırrına mazhar olup maddi vücudun geçici bir varlık olduğunu anlayarak nefsinin arzularını öldürdüğünü halka anlatmak istiyor bu sözüyle. Fakat öğünmek için değil, onları uyandırmak için.
(Allah varken, benim varlığımın ne kıymeti olabilir? İşte o da öldü gitti) demek istiyor. Siyah elbise giymesi, (yas tutuyorum) demesi, onlara bu işi anlatabilmek içindir.
Hoca’nın Kabak Hikâyesi
Nasrettin Hoca, Allah’ta fani olduğu devrede uzun bir zaman evden çıkmıyor; halvete çekilmiş çünkü. Karısı da Hocanın bu halinden usanmış. Ona: “Çoktan beri dışarıya çıkmıyorsun. Evde tuz kalmadı. Bakkal git de bira tuz al” diyor. Hoca: “Kadın, diyor, ben kendimde değilim. Dalıp dalıp gidiyorum. Gidersem hem tuzu alamam, hem de evin yolunu çıkaramam” Kadı ısrar ediyor ve Hocaya şu aklı öğretiyor: “Merak etme, kaybolmazsın. Beline tuz kabağını bağlarım. Kendini kaybetmemen, kendine gelmen için şu taşla kabağa vurursun. Tık1 tık! diye ses çıkınca kendine gelirsin.” Hoca itiraz etmiyor. Kadın kabağı bir iple Hocanın beline bağlıyor. Hoca evden çıkıyor. Yolda dalar gidermiş. Sonra âlemi farka gelince önündeki kabağı taşla tık! tık! diye vururmuş; o zaman kendi varlığını idrâk edermiş.
Nasrettin Hocayı çoktan beri göremeyen mahalle çocukları, sevgili Hocalarının peşine takılırlar. Fakat bakarlar ki Hocada başka bir hâl var: Hoca zaman zaman belindeki kabağa tık! tık! diye vuruyor, “Gelin diyorlar, şu hocaya bir oyun oynayalım”. Hoca zorla bakkıh bulup, orada da kendinden geçtikten geçtiği bir sırada, çocuğun biri kabağı Hocanın belinden çözüp kendi beline bağlıyor. Hocanın karşısına geçiyor. Hoca etrafındaki seslerden âlemi farka gelip “acaba ben kendim miyim?” diye kendinin kendi olup olmadığını anlamak için elindeki taşı belindeki kabağa vurmak istiyor. Kabaktan ses çıkmayınca, şaşırıyor. Bir de bakıyor ki kabak karşısında duran bir çocuğun belinde; hemen gidip kabağa tık! tık! diye vuruyor. Sesi duyunca rahatlıyor. Fakat halledemediği bir mesele çıkıyor meydana: O çocuk, kendisi olmaya kendisi... Peki, öyleyse kendi kim? Bunu anlamak için çocuğa soruyor: “Oğlum! Sen ben olmaya bensin ya... Acaba ben kimim?”
Emre’nin Tefsiri
Nasrettin Hoca o devrede bir sevgi ve şefkat güneşi olmuş; o dereceyi bulmuş. Kendini bütün insanlarda görüyor. Fakat kendinden haberi yok.
Güneş de öyle değil mi? Bütün gezegenlere ışığı veren kendisi olduğu halde, onları “Bunlar ne kadar güzel” diye seyreder, sever.
Hoca’nın ( Ay )ı Kuyudan Çıkarması
Nasrettin Hoca bir gece kuyudan su çekmek için bahçeye iner. Kovayı kuyuya sarkıtacağı sırada bakar ki ay kuyuya düşmüş. Nasrettin Hocayı bir telâş alır, karısına seslenir:
-Hanım çabuk çengeli getir: Ay kuyuya düşmüş.
-Herif sen deli misin? Ay kuyuya düşer mi?
-Nasıl düşmez... Düşmüş bile. Gel de gör.
Kadıncağız Hocaya dert anlatamayacağını bildiği için çengeli alıp bahçeye iner.
Hoca çengeli kuyuya atar, ayı yakalamaya çalışır. Tesadüf çengel kuyudaki taşlardan birine takılır. Hoca çeker çıkaramaz; bir hayli uğraşır. Nihayet var kuvvetiyle çekince ip kopar; Hoca da sırt üstü yere düşer; başı, beli incinir. Yattığı yerde başını, belini ovuştururken, bakar ki ay yerine gelmiş:
-Allah’a şükür, der, çok zahmet çektim ama, ay da yerine geldi.
Körleri nehirden geçirmesi... Sakarya nehri midir, başka bir nehir mi? Yedi sekiz tane kör, nehrin derin olmayan bir yerinden geçmek için birisinin gelmesini bekliyorlarmış. Birbirlerine:
- "Bir gözü açık gelse de bizi geçirse..." diyorlarmış. O sırada birisinin cip! cip! diye ses çıkararak geldiğini duyunca, onu çağırıyorlar:
- "Kimsin sen?", "Ben Nasreddin Hocayım",
- "Gel de bizi geçitten geçir",
- "Parasız geçirmem, adam başına iki mangır",
- "Kabul!"
-"Gözü hiç görmiyen benim elimden tutsun, hafif ışık görenler en arkada olsun". Geçitten geçerken körler bağrışmaya başlıyorlar. Nasreddin Hoca soruyor
-"Ne oldu?"
- "Arkadaki iki kör suya gitti",
- "Ne bağırıyorsunuz dört mangır eksik verirsiniz".
Bizim de mânevî gözümüz açılmazsa, kıymetimiz iki mangır bile etmez. Ha geldik, ha gittik... Hattâ gelmedik ki gidelim...
Nasreddin Hocanın türbesinden bahsederler. Ne türbesiymiş? Ne kıymeti var türbenin? Hani Hz. Âdemin türbesi? Yârın büyük bir zelzele olsa, Hz. Muhammedin türbesi bile yıkılabilir, kaybolabilir.
Soru – Öteden beri Nasrettin Hocayı resimlerde merkebe ters bindirirler. Herhalde böyle bir şey olmuş ki öyle yapıyorlar. Nasrettin Hocanın bu pozu pek hoş bir şey değil ama, acaba bunda da bir hikmet var mıdır?
Emre – Vardır ya: “Merkep” binilecek şey demek değil mi? Bu vücut da bir merkep, bir binittir. Aklımız ve ahlâkımız bu merkebe binmiştir. Fakat gideceğimiz yeri bilmediğimiz için, aklımızın yönü mâziye dönüktür. Geçtiğimiz yerleri biliriz de gideceğimiz yeri bilemeyiz. Nasrettin Hoca, güldürerek bunu anlatmaya çalışıyor. İşte Nasrettin hoca, gibi bir “Kâmil” lazım ki aklımızı merkebe düz bindirsin ve ona gideceği yeri ve mürebbisini göstersin. Zaten dönmeyince mürebbisini göremez. Çünkü mürebbi, yol gösterici olduğu için daima öndedir. İşte “Dön Namazı” gibi sözlerle anlatmak istedikleri şey budur, yani aklın, eski bildiklerini terk edip ( Cemâlullah )a dönmesidir.
Dünya işlerinde de böyle değil mi? Mâzisiyle iftihar eden milletlere bak, mutlaka geri kalmışlardır. Amerika ne maziyle uğraşıyor, ne bir şey. Onun ilerlemekten, çalışmaktan vakti kalmıyor ki mâziye baksın. Arkaya bakan, mutlaka yolunu şaşırmıştır, gideceği yeri bulamıyor demektir.
Mavi Boncuk
Nasrettin Hoca’nın iki karısı varmış. Bir gün birini bir kenara çekip kendisine bie mavi boncuk vermiş:
- Al bunu sakla; sakın ortağına bir şey söyleme! Demiş. Bir başka zaman da ötekine aynı şeyi söylemiş.
Bir gün kadınlar, Nasrettin Hoca’nın hangisin daha çok sevdiği hususunda bahse ve münakaşaya girmişler. Anlaşamayınca, meseleyi Nasrettin Hoca’ya sormuşlar.
-Hangimizi daha çok seviyorsun?
Hoca her ikisini de mânâlı mânâlı bakarak:
-Mavi boncuk kimdeyse, onu
Demiş.
Emre’nin Tefsiri
Tasavvufta bir manevi ihtiyaçtan bahsederler. Bu, hakikât yoluna giren bir insanın, iradesini bir mürşide tam bir teslimiyetle terk etmesi demektir. Bu teslimiyetten sonra mürşit, onun can kulağına üfürmeğe, nefhetmeye başlar. Burada üfüren erkek, üfürülen dişidir. Bir kâmil aklımızın meryemine hakikât kelâmını nefhettikten sonra akıl meryemi gebe kalır ve zamanı gelince manevi İsa’yı doğurur.
Nasrettin Hoca, kendine manen bağlanan iki kişiye, zamanı gelince (Rabıta)yı öğretmiş. Fıkradaki (Mavi Boncuk) rabıtadır. Fakat onlar henüz çocukluk devresinde bulundukları için birbirleriyle münakaşa etmişler. Birbirlerinin yürüdükleri yollardan , manevi hallerinden de haberdar olmadıkları için münakaşayı mürşitlerine kadar götürmüşler. O da ikisini de memnun edecek bir cevapla meseleyi halletmiş.
Bu Kadar Tavuğa Bir Horoz Lazım
Akşehir çocukları, ceplerine birer yumurta alarak Nasrettin Hoca’yı da yakalayıp zorla hamama götürürler. Soyunurlar, yıkanırlar. Hoca göbek taşında yatarken, evvelden anlaştıktan üzere içlerinden biri derki:
-Çocuklar! Gelin bir oyun oynayalım. Oyunda kazanamayan hamamın parasını versin, olmaz mı?
-Nasıl bir oyun?
-Herkes bir yumurta yumurtlasın. Yumurtlamayan, herkesin hamam parasını versin. Nasıl?
Çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:
-Olur.
Nasrettin Hoca da kendileriyle beraber geldiği için ona sorarlar:
-Bu işe sen ne dersin hoca?
Konuşmanın başından beri onları dikkatle dinleyen Hoca, sesini çıkartmamış. Onun sükûtunu
İkrar telâkki eden çocuklar, birer birer gıdaklamaya başlarlar, peştamallarının arasına evvelce sakladıkları yumurtaları çıkarıp Hoca’ya gösterirler.
Bunun üzerine Hoca ayağa kalkar, ellerini, kollarını çırpıp sallayarak horoz gibi öter:
-Öörü’ööööö!
Çocuklar bu ummadıkları hareket karşısında şaşırdılar:
-Ne yapıyorsun efendi amca?
-Ne yapacağım oğlum bu kadar tavuğa elbette bir horoz lazım.
Emre’nin Tefsiri
İnsanlar ne kadar yaşlı olursa olsunlar (Hâkikat)e ve (Hâkikat)i bilene nazaran çocukdurlar. Akılları da çocuk aklıdır. Onun için daima oyundan ve oyuncaktan hoşlanırlar.
Çocuklar bile yapıyorlar. Hile yapan nefsine mağlup demektir. Nefsine mağlup olanlara bizim buralarda avrat derler ya. Nasrettin Hoca da, yumurtlayan çocuklara hâkikati öğretmek için öyle yapıyor: (Ben sizin gibi nefsime mağlup değilim, siz de böyle olun!) demek istiyor.
Sen Beğendin, Ben Doldurdum!
Nasrettin Hoca, merkebine binmiş, yolda giderken, Hoca’nın yuları bütün kuvvetiyle çekmesine rağmen merkep, yolda yürüdüğü merkep pisliklerini koklarmış. Nasrettin Hoca da;
- Zahir beğendi ki kokluyor.
Diye, merkebin kokladığı pislikleri torbasına doldururmuş.
Akşam, yem zamanı hayvanın başına tezeklerle dolu torbayı asmış. Hayvan, tezekleri yemeyip, başını torbadan çıkarmak istedikçe, Hoca: Şunu sormuş;
- Bütün gün kokladın, ya şimdi niye beğenmezsin? Sen Beğendin, Ben Doldurdum!
Emre’nin Tefsiri
Hoca, bu hareketiyle bize bir ibret dersi vermek istemiştir. Bu fıkradaki merkep, bizim hayvani arzulara mahkum nefsimizdir. Merkebin belli başlı tabiatı, inatlıktır. Kendisini, Tevhit yani kuruluş yolunda yürüten mürebbisinin bütün ihtarlarına rağmen inadından vazgeçmeyerek nefsani arzuların pisliklerini koklamaktan vazgeçmez. Bu böyle devam edip giderse, sahibi, ömrün akşamında, yani ölürken, onun başına elbette bu arzu tezekleriyle dolu torbayı takacaktır.
Bu garip Başım Bağdat’ı da mı Görecek?
Bir gün, birisi, Hoca’ya rica eder:
-Senin ifaden düzgündür; bize bir mektup yazıver.
-Mektup nereye gidecek?
-Bağdat’a.
-Bu garip başım Bağdat’ı da mı görecek?
-Neden Bağdat’a gitmen icap ediyor?
-Bunu bilmeyecek ne var? Bu benim yazımı ancak ben okuyabilirim!
Emre’nin Tefsiri
Hâkikat, kitaplardan okumak suretiyle anlaşılsaydı, murşide lüzum kalmazdı.
Bir ilkokul talebesi okumayı öğrenmiştir ama, lise kitaplarını okuyup anlayabilir mi? Öğrenmek için mutlaka hocaya ihtiyaç vardır.
Hoca, (Benim hâkikate dâir olan sözlerim kulaktan kulağa veya yazılı olarak Bağdat’a kadar gitse bile, kimse anlamaz. Ancak ben izah etmeliyim ki anlasınlar) demek istemiş.
İnsan, mürebbisinin karşısına geçecek, onun gözünden, sevgisinden gıda alacak ki istifade edebilsin. Söz veya yazı, ilmin fotoğrafıdır. İnsan fotoğrafı görmekle, fotoğrafın sahibini görmüş gibi olur mu?
Bir gün Nail efendilerde oturuyoruz. Kaçkaç’tan da yeni gelmiştik. Ben kerevette, efendinin arkasında oturuyorum. Her vakit beni arkasına oturturdu; kendisini meşgul mü ederdim neydi.
Güzel bir sohbet açmıştı. Yeni gelenler de vardı. Bir ara, Efendi bana döndü: (Ben bunlara desem ki Allah budur, “vay bu muymuş!” derler, kaçar, giderler. Biraz emek çekmeleri lazım) dedi. Bu sözleri bana, yanındaki adamın boynunun kütüğünden söylemişti. Efendi gittikten sonra, o yanındaki adam bana: (Efendi sana ne söyledi?) dedi. Anladım ki Efendinin söylediği sözleri kimse duymamış. Demek ki karşı karşıya gelmek bile kâfi değil: ille muhabbet zuhur etmeli ki onun sözlerini anlayabilmeli.
Oğlumun Babası Öldü de...
Bir gün Hoca, baştan başa siyahlar giyerek dışarı çıkmış, gezermiş. Hoca’nın halinde bir acayiplik olduğunu görenler sormuşlar:
-Hocam, niye böyle baştanbaşa karalar giymişsin?
Hoca, ciddiyetle cevap vermiş:
-Oğlumun babası öldü de onun yasını tutuyorum.
Emre’nin tefsiri
Hoca, insanların bir maddi birde manevi varlıkları olduğunu anlatmak istemiş. Kendisinin maddi varlığı oğlunun babası olan etten, kandan ibaret vücudu. Manevi varlığı ise, Allah’ta fani olmuş. Hoca (ölmeden evvel ölme) sırrına mazhar olup maddi vücudun geçici bir varlık olduğunu anlayarak nefsinin arzularını öldürdüğünü halka anlatmak istiyor bu sözüyle. Fakat öğünmek için değil, onları uyandırmak için.
(Allah varken, benim varlığımın ne kıymeti olabilir? İşte o da öldü gitti) demek istiyor. Siyah elbise giymesi, (yas tutuyorum) demesi, onlara bu işi anlatabilmek içindir.
Hoca’nın Kabak Hikâyesi
Nasrettin Hoca, Allah’ta fani olduğu devrede uzun bir zaman evden çıkmıyor; halvete çekilmiş çünkü. Karısı da Hocanın bu halinden usanmış. Ona: “Çoktan beri dışarıya çıkmıyorsun. Evde tuz kalmadı. Bakkal git de bira tuz al” diyor. Hoca: “Kadın, diyor, ben kendimde değilim. Dalıp dalıp gidiyorum. Gidersem hem tuzu alamam, hem de evin yolunu çıkaramam” Kadı ısrar ediyor ve Hocaya şu aklı öğretiyor: “Merak etme, kaybolmazsın. Beline tuz kabağını bağlarım. Kendini kaybetmemen, kendine gelmen için şu taşla kabağa vurursun. Tık1 tık! diye ses çıkınca kendine gelirsin.” Hoca itiraz etmiyor. Kadın kabağı bir iple Hocanın beline bağlıyor. Hoca evden çıkıyor. Yolda dalar gidermiş. Sonra âlemi farka gelince önündeki kabağı taşla tık! tık! diye vururmuş; o zaman kendi varlığını idrâk edermiş.
Nasrettin Hocayı çoktan beri göremeyen mahalle çocukları, sevgili Hocalarının peşine takılırlar. Fakat bakarlar ki Hocada başka bir hâl var: Hoca zaman zaman belindeki kabağa tık! tık! diye vuruyor, “Gelin diyorlar, şu hocaya bir oyun oynayalım”. Hoca zorla bakkıh bulup, orada da kendinden geçtikten geçtiği bir sırada, çocuğun biri kabağı Hocanın belinden çözüp kendi beline bağlıyor. Hocanın karşısına geçiyor. Hoca etrafındaki seslerden âlemi farka gelip “acaba ben kendim miyim?” diye kendinin kendi olup olmadığını anlamak için elindeki taşı belindeki kabağa vurmak istiyor. Kabaktan ses çıkmayınca, şaşırıyor. Bir de bakıyor ki kabak karşısında duran bir çocuğun belinde; hemen gidip kabağa tık! tık! diye vuruyor. Sesi duyunca rahatlıyor. Fakat halledemediği bir mesele çıkıyor meydana: O çocuk, kendisi olmaya kendisi... Peki, öyleyse kendi kim? Bunu anlamak için çocuğa soruyor: “Oğlum! Sen ben olmaya bensin ya... Acaba ben kimim?”
Emre’nin Tefsiri
Nasrettin Hoca o devrede bir sevgi ve şefkat güneşi olmuş; o dereceyi bulmuş. Kendini bütün insanlarda görüyor. Fakat kendinden haberi yok.
Güneş de öyle değil mi? Bütün gezegenlere ışığı veren kendisi olduğu halde, onları “Bunlar ne kadar güzel” diye seyreder, sever.
Hoca’nın ( Ay )ı Kuyudan Çıkarması
Nasrettin Hoca bir gece kuyudan su çekmek için bahçeye iner. Kovayı kuyuya sarkıtacağı sırada bakar ki ay kuyuya düşmüş. Nasrettin Hocayı bir telâş alır, karısına seslenir:
-Hanım çabuk çengeli getir: Ay kuyuya düşmüş.
-Herif sen deli misin? Ay kuyuya düşer mi?
-Nasıl düşmez... Düşmüş bile. Gel de gör.
Kadıncağız Hocaya dert anlatamayacağını bildiği için çengeli alıp bahçeye iner.
Hoca çengeli kuyuya atar, ayı yakalamaya çalışır. Tesadüf çengel kuyudaki taşlardan birine takılır. Hoca çeker çıkaramaz; bir hayli uğraşır. Nihayet var kuvvetiyle çekince ip kopar; Hoca da sırt üstü yere düşer; başı, beli incinir. Yattığı yerde başını, belini ovuştururken, bakar ki ay yerine gelmiş:
-Allah’a şükür, der, çok zahmet çektim ama, ay da yerine geldi.
xDaycox- Normal üye
- Mesaj Sayısı : 115
Reputation : 5
Kayıt tarihi : 24/11/09
Yaş : 27
Nerden : SAMSUN
Game maker | oyun yapim |
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Salı Kas. 17, 2015 1:47 am tarafından admin
» Gökhan türkmen ya sen
C.tesi Şub. 12, 2011 11:01 pm tarafından NucLeaR53
» 2D Oyun Yapımına Başlangıç
Salı Şub. 01, 2011 12:15 am tarafından MÜZİK
» İŞTE METİN2 KAREKTERLERININ GERÇEK YÜZLERİ :)
Çarş. Ocak 19, 2011 2:57 am tarafından admin
» Star Wars ~ Yıldız Savaşları acıklama
Salı Ocak 18, 2011 10:59 pm tarafından TUNÇ
» tetikci 1 crank :D
Salı Ocak 18, 2011 10:59 pm tarafından TUNÇ
» Kolpa - Koşa Koşa (647)
Salı Ocak 18, 2011 10:56 pm tarafından TUNÇ
» KIRAKİYET server! özkanmt2 max keyif!
Salı Ocak 18, 2011 10:56 pm tarafından TUNÇ
» Gm bi Bakarmsn
Salı Ocak 18, 2011 10:55 pm tarafından TUNÇ